Tatil anlayışımız sosyologlar tarafından incelenmeye değecek
kadar ilginç bir konu. Mesela müze ziyaretlerinin, ören yeri gezilerinin tatil
anlamında gözümüzdeki değeri sıfırdır. Hiç bir arkadaş ortamında “Ben bu yaz
Çatalhöyük’e gittim.” diyerek hava atamazsınız. Tarihin yok olmaması açısından
ben bu ilgisizliğimizi sağlıklı buluyorum. Müzelerde ve fotoğraf çekiminin
yasak olduğu yerlerde flaş patlatarak eserlere zarar veren, ören yerlerinden
kül tablası yaparız diye tarihi eser çalan, binlerce yıllık heykellere el ense
çekmeye çalışan insanların ilgisizliği devam etsin lütfen. Ümit Burnu’ndaki deniz
fenerine “Bunu yazan tosun…” yazan arkadaşı Efes antik kentine bıraksak neler
yapacak siz düşünün. O yüzden tatil anlayışımızın beach kültürüyle sınırlı
olmasını tüm kalbimle destekliyorum.
Bizde tatil dediğin Samanyolu’nu kıskandıracak
kadar yıldızı olan bir otelde bütün gün yatıp arada etkinlik olarak açık büfe
ziyareti yapmaktır. Aldığınız kilo miktarı da tatilinizin güzel geçmesiyle doğru
orantılıdır. Eğer Hint fakiri gibi gittiğiniz tatilden peşin satan esnaf
göbeğiyle dönmüyorsanız üzgünüm ama berbat bir tatil geçirmişsiniz demektir.
Tüm bunları bildiğimden tatil köylerinden hep uzak durdum. Devasa beton yığını
oteller, yapay çimlerle kaplı bahçeler, insanların kusana kadar yemek yediği
restoranlar asla tercih etmeyeceğim itici yerlerdi gözümde ama insan çok büyük
konuşmamalıymış meğer. Evlatlık olduğum konusunda şüpheye yer bırakmayacak
kadar zıt olduğum ailemle bu yaz, bahsettiğim yapay dünyada tatil yapmak
zorunda kaldım.
Daha ilk
günden Rusların sıcak denizlere inme politikalarına bir de sıcak denizde ki tüm
besini tüketme politikasını da eklediğini görüp hüzünlendim. Açık büfe
önlerindeki yoğunluğun hatta gözleme açan camekan teyzenin etrafında oluşan izdihamın
yegane sorumlusu Ruslardı. Çevrelerinde taştan daha yumuşak hiçbir besin maddesi
bırakmayan bu güzide ırka zayıflamamı sağladıkları için teşekkürü bir borç
bilirim.
Yeme –içme konusunu bir kenara bırakacak olursak
asıl çile havuza indiğimizde başladı. Tıpkı tatil dergilerindeki gibi şezlonga
uzanıp sessizliğin tadını çıkarır, kitabımı okur, havuzda birkaç kulaç atıp
kenara bıraktığım mojitomu yudumlarım diye hayal ederken kafama çarpan çocuk
simidiyle gerçek dünyaya geri döndüm. Etrafım ağlayan, çığlık atan ve yerlerde
tepinen yüzlerce çocukla çevrilmişti. Sanki ülke olarak savaşa girmiştik ve
çocuklar için tek sığınak bu oteldi. “Nerde bunların anası-babası?”, “
Bakamıyorsanız doğurmayın kardeşim” ve türlü söylenmelerle kendime
güvelenilecek başka bir havuz kenarı buldum. Plastik palmiyelerin arasında
yeşil bikinimle kamufle olduğumu düşünüp huzurla gözlerimi kapayacaktım ki bu
kez nerden çıktığını bilmediğim bir animatör tarafından havuza sürüklendim. 10
dakika sonra ben, kelli felli adamlar ve neye uğradığını şaşırmış turistler
kalçamızda Shakira kemerleriyle oryantal yapıyorduk. Birileri bacasız sanayiye
darbe vurmuştu ve ben yardım çağırmak, masum turistleri kurtarmak için
kaçmalıydım. Ancak kaçmayı her denediğimde beni kolumdan tutup geri çeken
animatör “Aaa..çekinmeyin ama tatildesiniz” diyerek içimdeki Asena’yı ortaya
çıkarmaya çalışıyordu. Bana yıllarca sürmüş gibi gelen saçma etkinliğin
ardından havlumu bile almadan can havliyle kendimi deniz kenarına attım. Neyse
ki burası biraz daha tenhaydı. Havlum yoktu ama içimdeki pozitif insan inatla
yaşamaya devam ediyordu. Bari denizin tadını çıkarayım diyerek suya atladım. Animatörlerin
ve çocukların ulaşamayacağı bir uzaklığa geldiğimde ise bir şeylerin ters
gittiğini anlamıştım. Ben denizdeysem o zaman önümde yüzen bu çamaşır suyu
bidonunun ne işi vardı? Ya da sinsice bana yaklaşmakta olan poşetin amacı ne
olabilirdi? Tarkan filmindeki hain ahtapot gibi beni öldürecek miydi yoksa?
Hayır başıma güneş geçmemişti. Sadece güzelim koyda benimle birlikte serinleyen
çöpleri anlamlandırmaya çalışıyordum. Bir hışım denizden çıkıp bulduğum ilk
görevliye durumu anlattığımda tekne sahiplerinin çöpleri koya bıraktığını ve artık
temizlemekle baş edemediklerini söyledi. Neden şikayet etmediklerini ise
cevabından korktuğum için sormadım. Yorgun adımlarla bir umut belki havlumu bu
cehennemden kurtarabilirim diye havuza geri döndüm.
Günün sonunda güneş
batarken, çöplüğe dönmüş saçlarım, dondurma dökülmüş havlum, ağrıyan başımla
beraber tıpkı Red Kitt gibi odanın yolunu tuttum. Tabii fonda “poor lonesome
cowboy” yerine çalan demet akalın şarkısını saymazsak..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder